Atatürk'ten anılar (3)
Ümit Kayaçelebi
Atatürk'ün içtiği son kahve...
7 Eylül 1938 tarihinde rahatsızlığı ile ilgili olarak doktoru ve Atatürk arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
"Görüyorum ki önerilerimi pek dikkate almıyorsunuz. Oysa sıhhatiniz her şeyden önemli. Sigarayı azaltmış olmanız çok memnuniyet verici, ancak yanında lütfen kahve içmeyin. Şu anda sizin için bir fincan kahve bir kadeh alkolden daha tehlikeli. Lütfen kahve içme alışkanlığından vazgeçelim."
"Tamam Doktor, siz nasıl istiyorsanız öyle yapalım. Ama son kahvemi birlikte içmeyi teklif ediyorum size."
Bu konuşmanın ardından doktoru ile karşılıklı son kahvesini yudumlayan Mustafa Kemal Atatürk, biraz sonra Sabiha Gökçen'i yanına çağırıyor ve şunları söylüyor:
"Gel Sabiha, gel çocuk. Sana bir sır vereceğim. Şu masanın üstündeki kahve fincanını görüyor musun? İşte o benim içtiğim son kahve... Profesör Fiessinger kahve içmemi kati surette yasakladı."
Bu konuşmanın ardından ise Sabiha Gökçen masanın üzerinde duran kahve fincanını saklıyor. Hem de telvesiyle birlikte. Tam tamına 65 yıl boyunca sakladığı ve yukarıda fotoğrafını gördüğünüz, üzerinde hala telvesi duran o kahve fincanını vefat etmeden önce yazar ve manevi oğlu olan Eriş Ülger'e armağan ediyor.
Yiyemediği o son enginar... Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından kısa bir süre önce yaşanan ve ne zaman duysak, okusak boğazımızı düğüm düğüm eden o enginar hadisesini ise Atatürk'ün sırdaşı olarak bilinen Kılıç Ali şöyle aktarıyor:
"O günlerde Atatürk’ün canı enginar istemişti. Mevsimi olmadığı için Hasan Rıza Soyak, Hatay’dan telefonla enginar sipariş etmişti. İkinci ponksiyonun (vücuttan iğneyle sıvı çekme) ertesi sabahı odasına girdiğimde bana sordu. Ben de kendisine enginar mevsimi olmadığı için Hatay’a sipariş edildiğini ve bu günlerde geleceğini söyledim. Memnun oldu. Bu enginar yemeği Atatürk’ün yanında bulunduğum uzun yıllar içinde içten arzu ederek sipariş ettiği ilk ve son yemekti. Maalesef bunu yemek kendisine nasip olmadı."
Kılıç Ali, ardından 10 Kasım günü yaşananları da aktarıyor ve şöyle diyor:
"Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Aman yarabbi! Adeta dehşet içindeydik. Hasan Rıza Soyak ve İsmail Hakkı Tekçe ile birlikte ellerimizi kavuşturmuş, son saygı durumunda duruyorduk. Hasan Rıza dayanamadı, büyük üzüntü içinde şöyle dedi: 'Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor!'"
...ve 10 KasımHilmi Yücebaş kitabında o gün yaşanan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
"Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, Hukuk Fakültesi’nde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi, bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek geliyor. Kalkıyor, yanına gidiyor. Aralarında şu konuşma geçiyor:
'Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?'
Rektör ise şöyle yanıt veriyor: 'Sizde büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın." İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak diyor ki:
'Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki...' "
Mustafa Kemal Atatürk'e saygı, sevgi ve özlemle...
“Kemal Paşa’yı tanır mısınız?”
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum'dan Ankara'ya gelip Ziraat Mektebi'ni karargah yaptıktan sonra ben de kendilerinin emir ve arzularıyla İstanbul'dan Ankara'ya gitmiştim. Beni ikamet ettikleri Ziraat Mektebi' ne almışlardı. Kendileri kumandanlıktan çekilmiş bulundukları gibi ben de emekli bir zabit olduğum için resmi bir sıfatımız yoktu. Oturduğumuz binada öbür arkadaşlar gibi ben de verilen vazifeyi yapmaya çalışıyordum.
Ankara'da Büyük Millet Meclisi teşekkül edip M. Kemal Paşa onun reisi olunca benim de rütbemi tekrar iade ve kendilerinin başyaverliğine tayin ettirdiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi başyaveri olunca da her an Paşa'nın yakınında bulunuyordum. İşte bundan dolayıdır ki, geçen bazı vakalara yakından şahit olmuş bulunuyorum
Milli Mücadele esnasında bir gün M. Kemal Paşa'yla birlikte, ikamet ettikleri köşkün arka tarafındaki bağlarda geziniyorduk. Bağ evlerinin birinin önünde ihtiyar bir kadınla bir de erkeğe tesadüf ettik. Yanlarına sokulduk. Selam verdik. Şuradan buradan konuşurken ifadelerinden ve hallerinden Paşa'yı tanımadıklarını anladım. Kendilerine, "Siz Mustafa Kemal Paşa'nın köşküne çok yakın bulunuyorsunuz, acaba sık sık Paşa'yı görebiliyor musunuz?" diye sordum.
İhtiyar erkek, "Kabil mi efendim? .. Maiyetinde bulunan kara elbiseli muhafızlar (Giresunlu Lazları kastediyordu) hiç kimseyi köşkün civarına sokmuyorlar. Bazen cuma namazında Hacıbayram Camii'nde tesadüf edecek olursam uzaktan görmeye muvaffak olabiliyorum" deyince Paşa'yla birbirimize bakıştık ve onun işaretleri üzerine ihtiyara fazla bir şey sormayarak biraz sonra oradan ayrıldık. İkimiz de ihtiyarın söylediklerine hayretler içinde kalmıştık. Çünkü Paşa, cuma namazına gitmiyordu. Demek ki ihtiyar kendi hayalinde yaratmış olduğu bir adamı Mustafa Kemal olarak tanıyordu. Paşa'nın ak sakallı olduğunu da söylemişti...
Yine bir gün Alpullu'dan otomobille Eskişehir'e gidiyorduk. Akşam olmak üzereydi. Bir köyden yolu göstermek üzere bir kılavuz almıştık. Şoförün tarafındaki basamakta ve ayakta duran bu köylüyle konuşmamı Paşa bana işaret etti. Köylüye sordum:
“Mustafa Kemal Paşa'yı tanır mısın?”
“Hayır, hiç görmedim!” cevabını verdi.
“Görecek olsan ne yaparsın?” dedim.
“Ayağının altına köprü olurum” deyince, çok mütehassis olmuştuk.
Paşa'nın müsaadeleriyle köylüye Paşa'yı gösterdim:
“İşte Mustafa Kemal Paşa!” dedim.,
Gayet lakayt bir surette Paşa'nın yüzüne bakarak ve hafifçe gülümseyerek “Olur a !” dedi ve başını çevirdi.
İngiliz konsolos nasıl kovuldu?
“Öyleyse Yunanistan’a gidiniz!”
İzmir'in işgalinde bir gece Karşıyaka'da kaldık. Deniz çok fena koktuğu için orada daha fazla kalamadık.
M. Kemal Paşa Hazretleri'nin ikametleri için bazı köşkler, konaklar gösterilmişti. Bu arada Uşakizade Muammer Bey'in evi de vardı. Paşa hepsini birer birer gezerek gördükten sonra rıhtımda bir doktorun binasında ikamet etmeyi tercih ettiler. Muammer Bey'in evine gittiğimiz zaman bizi Latife Hanım karşılamıştı. Pederi ile validesi ve kardeşleri Avrupa'da bulunduklarından Latife Hanım büyük validesi ile yalnız olarak evde oturuyormuş. Latife Hanım, aydın bir kız olduğu için ifadeleriyle ve her türlü bilgi, görgü, tutum ve davranışlarıyla Paşa'yı memnun etmişlerdi. Fakat M. Kemal Paşa her nedense orada kalmak istememişlerdi. Rıhtımda karargah ittihaz ettiğimiz binaya naklettikten bir iki gün sonra İzmir'de büyük bir yangın çıktı. Ve bizim ikamet ettiğimiz binaya kadar yaklaşınca, oradan Muammer Bey'in evine nakletmek mecburiyetinde kaldık.
Yangından önce bir gün, Hükümet Konağı'na gitmiştik. Valinin yanında İngiliz konsolosu bulunuyordu. Paşa da valinin odasına girmişlerdi. Bir iş için Paşa Hazretleri'ne bilgi vermeye içeri girdiğim zaman, Paşa ile Türkçe bilen İngiliz konsolosu arasındaki şu konuşmayı işittim:
“Vali Bay’den ne istiyorsunuz?”
“Tebaamız hakkında teminat istiyorum.”
“Yunanlılar buradayken daha mı emindiniz?”
“Evet.”
“Öyleyse Yunanistan’a gidiniz!”
“İngiltere’ye de mi savaş ilan ediyorsunuz?”
“İngiltere ile aramızda müsalaha (barış) yapılmış mıdır ki harp ilan edip etmediğimizi soruyorsunuz? Hem siz böyle şeyleri konuşmaya selahiyettar mısınız ki bunu bana soruyorsunuz? Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi ve Türk Orduları başkumandanıyım. Her şeyi görüşmeye selahiyetim vardır. Sizin de böyle bir selahiyetiniz varsa görüşebiliriz. Yoksa, buyurunuz! .."
Kaynak: Zeynep Çetin