
Başet Yaylasından...
Ümit Kayaçelebi
Geçen yüzyılın başlarında bir
yaz günü, Van Valisi Tahir Paşa’ya Başet Yaylasından kısa bir mektup
gelir.
Mektuptan çok bir pusulayı andırmaktadır ve altında Molla
Said’in imzası vardır.
Şöyle demektedir: “Ey Paşa! Başet başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin malûmatında münhasır değildir. Senin safsatiyatın her yerde işlemez. Vesselâm.” (Bkz. Abdurrahman, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı, Necm-i İstikbal Mat., İstanbul 1335, s. 31) Bu kısa mektup, Vali Paşa ile yakın dostluğu bulunan ve bu yüzden konakta ikamet eden Molla Said’in ilk Türkçe inşa’sıdır. İki dost arasında vuku bulan bir tartışmanın devamı olarak kayıtlara geçmiştir.
Yaz aylarını Van çevresinde yükselen Beytüşşebap, Feraşin, Başet gibi dağ ve yaylalarda geçiren Bediüzzaman bir gün Tahir Paşa’ya, çıktığı dağların başında Temmuz’da bile buz bulunduğunu söyler. Paşa “Temmuz’da katiyen oralarda buz bulunmaz” diyerek itiraz eder. O yaz yine Başet Yaylasına çıkan Bediüzzaman tartışmayı bu mektupla noktalar. Yani anılan mektup bu tartışmanın bir uzantısıdır. Söylenenler, işin görünen yüzünü anlatıyor. Ancak tam bu noktada şu sorular akla takılıyor:
Molla Said, Tahir Paşaya aslında ne demek istiyor? Temmuz ayında “Başet başı”nda (zirvesinde) buz bulunduğunu haber verirken neden ta’rîzde bulunuyor, kinayeli sözleriyle ne demek istiyor? Neden “İşte şimdi Temmuz ayındayız, ben Başet yaylasındayım, dağın zirvesinde buz var, gördüm! Ben haklı çıktım, iddiayı sen kaybettin!” türünden basit ve sıradan ifadeler kullanmak yerine, neden “Görmediğin şeyi inkâr etme. Herşey senin malûmatında münhasır değildir” diyerek tartışmayı derinleştiriyor?
Sorulara cevap aramadan önce Bediüzzaman’ın o sıralar neyle meşgul olduğunu hatırlayalım: Açtığı bir medresede öğrenci yetiştirmekte ve “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez olduğunu âleme ispat etmek” için hazırlık yapmaktadır. Sayısı elli-altmışı bulan ve iaşelerini bizzat temin ettiği öğrencilerine İslâmî ilimlerin yanı sıra fen bilimlerini de kendisi ders vermektedir.
Tahir Paşa kimdir? Sultan II. Abdülhamid’in güvenini kazandığından mı yoksa İstanbul’a yakın olması istenmediğinden mi bilinmez uzun yıllar Van ve Bitlis’te valilik yapmış bir Osmanlı Paşasıdır. On dokuzuncu asrın ortalarında (1847), İşkodra-Pogaritza hakimi Hacı Ali Efendinin oğlu olarak Yugoslavya’nın Potgoriça (Titograt) şehrinde doğan Paşa, Osmanlının yeni bir yola girdiği Tanzimat devrinde yetişmiştir. Dolayısıyla kişiliği ve fikirleri o devrin kültür ve siyaset ortamında şekillenmiştir. Osmanlı aydınları arasında o sıralar yayılmaya başlayan pozitivizmden—oranını tam bilemesek de—onun da herkes gibi etkilendiğini varsayabiliriz. Başta Bediüzzaman olmak üzere çevresindeki âlimlere gösterdiği yakın ilgiye ve bazı icraatına bakılarak ilme hürmetkâr, açık fikirli ve “yenilikçi” bir devlet adamı olduğu söylenebilir.
Mektuptaki ifade tarzından anlaşıldığına göre iki dost, bir gün “dağda yazın buz olup olmadığını” tartışırken sonunda kendilerini felsefî bir tartışmanın içinde bulmuşlar ve konu nihayet, on dokuzuncu yüzyılda Fransa’da doğarak bir kısım Tanzimat ricaline ve mektepler ve matbuât üzerinden de intelijansiyasına sirayet eden bir felsefî anlayışın, pozitivizmin sorgulanmasına dönüşmüştür.
Pozitivizm, malûm olduğu üzere “Allah’ın yerine insanlığı ve bilimi” geçirmeye çalışan bir “beşerî din” olma iddiası taşır. Bu görüşü sistemleştiren A. Comte (1789-1857), on dokuzuncu yüzyılın ortalarında bir çok devlet adamına “yeni dine davet mektupları” yazmıştır. Tanzimatın sadrazamı Mustafa Reşit Paşa’ya 4 Şubat 1853 tarihinde yazdığı mektup bu cümledendir.
Ne diyor pozitivistler: “İnsanın beş duyu organıyla algılanamayan şey yok sayılır. Ancak deney ve gözlemle elde edilen bilgi bilimsel sayılır. Dolayısıyla bilimsel bilgi dışında başkaca bir bilgi kategorisi de yoktur, diğer bir deyişle onlar hurafeden ibarettir.” Aslında demek istedikleri şu: Bilim nedir? Bilim adamının yaptığı şeydir. Bilimsel bilgi nedir? Bilim adamının bildiği şeydir. Hurafe nedir? Bilim adamının bilemediği/kabul etmediği herşey!
İnsanı Allah’ın yerine geçirmeye çalışan, bunu da bilimi ve bilim adamlarını kutsayarak yapan pozitivistler, okulları da kullanarak insanlığı dar bir yola sokarlar. Anlayışları, giderek bağnazlığa dönüşür ve nihayet din ve vahiy karşıtlığı biçiminde tezahür eder. Paul Feyerabend gibi bazı Batılı aydınlar, bu bilim-perestlik için Batının ortaçağ taassubuna gönderme (telmih) taşıyan “bilim kilisesi” tabirini kullanırlar.
İşte Bediüzzaman da mektubunda pozitivizmin bu iki açmazına imada bulunuyor: İlk olarak, “Görmediğin şeyi inkâr etme.” diyor. Çünkü bilginin kaynağı sırf insanın beş duyusu olamaz. Bunlarla elde edilen bilgi, mutlak hakikati değil, ancak onun bir subjektif görünümünü ihtiva eder ve yanıltıcı da olabilir. İnsan, yaratılışında gaybî bilgi alıcılarıyla donatılmıştır ve “gayb”dan gelen bu bilgilere, bilgilerin taşıyıcısı olan bir muhbir-i sadık (doğru sözlü haberci, yani peygamber) aracılığıyla veya ilham yoluyla aracısız olarak sahip olabilir. Öyleyse insan, kalbini bu bilgilere açık tutmalıdır, tâ ki aklı beş duyu tarafından elde edilen bilgilere mahkûm olmasın.
Bediüzzaman, Tahir Paşa’ya ikinci olarak sanki onun pozitivizme yatkın bir anlayışa sahip olduğunu ima eder gibi “Herşey senin malûmatında münhasır değildir” diyor. Yani eşyanın varlığı insanın bilgisine bağlı değildir, bilâkis ilim (bilgi/bilmek) malûma tâbidir. İnsanın bilmediği şeyler, sırf onun bilmemesinden dolayı ademe düşmezler.
Yirmi Dokuzuncu Söz’deki (Birinci Maksat, Birinci Esas) kuşatıcı söyleyişle “adem-i rü’yet adem-i vücuda delâlet etmez.” Yani görünmemek, olmamaya delil olamaz; görmemek (rü’yet kelimesinin yerine “ilim” kelimesi konulursa “bilmemek”) olmamaya delil olamaz. Zira Bakara Sûresinin 32’inci âyetinde işaret edildiği gibi, insanın “kendisine öğretilenden başka bir ilmi yoktur”; bu gerçeği kabullenerek hakikî bilgiye / hikmete yaklaşabilir. Yalnız beş duyusunu değil bütün donanımını (cihazlarını) kullanarak “bilgi”ye ne kadar ulaşırsa ulaşsın hâlâ bilmediği şeyler kalacaktır. Bu durum insanın, sınırlı bir mahlûk olarak sınırsız bir ilme muhatap olmasından kaynaklanmaktadır. Öğrenilenler hakikatin tamamını değil, yalnız bir görünümünü yansıtacaktır. Öyleyse her insan için her zaman hâlâ keşfedilmemiş bilgi alanları kalacak demektir.
Özetleyelim: İnsanın gözlemle ve beş duyusuyla elde ettiği bilgiler eşyanın varlığını etkilemez, bilâkis insanın gözlem ve bilgisi (yahut bilmesi) eşyanın mahiyetine bağlıdır. Bilginin kaynağı olarak sırf kendi gözlem ve bilgisine güvenen insan “eşyanın hakikatinden” koparak safsataya düşer.
Bediüzzaman basit bir tartışmadan kalkarak yaptığı bu kısa pozitivizm eleştirisinde dostuna işte bu gerçeği hatırlatıyor.
Safsataya düşmek hakikaten insan için korkulacak bir durumdur ve Hz. Peygamber’in (asm) o meşhur ve muazzam duâsıyla el-Alîm ve el-Hakîm olan Allah’a sığınmalıdır: “Bana eşyanın hakikatini öğret!”
Bediüzzaman’ın ilk Türkçe yazısı garip bir tevafuk eseri olarak ince ve kısa bir pozitivizm eleştirisi ihtiva etmektedir. Sanki sonradan yine Türkçe olarak yazacağı yüzlerce sayfa tutan eserlerin, “vahyi dinlemeyen felsefenin” ve elbette pozitivizmin yayılma alanlarını daraltacağını haber vermektedir. “Senin safsatiyatın her yerde işlemez” diye kendisine seslenilen de yalnız Tahir Paşa değil, sonradan sayıları giderek çoğalan ve iktidarı ele geçiren pozitivistler olmalıdır.
Risâlelerin çoğunun şu âyetle tamamlanması manidardır: “Seni tesbih ederiz ki; Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz [geniş anlamıyla “bilgimiz”] yoktur. Şüphesiz Alîmü’l-Hakîm [herşeyi hikmetle yapan ve gizli anlamlarıyla beraber herşeyi hakkıyla bilen] ancak Sensin.”
Evet, ışık yine doğudan yükselmiştir.
Yazar Halil Uslu