Cephede Oruç - Tabip ve Yaralı Oğlu
Yunus Türkoğlu
CEPHEDE ORUÇ
Çanakkale Savaşları; ecdadın imanını ispat ettiği, Cenab-ı Hakk’ın da buna mukabil yardım ve zafer nasip ettiği eşsiz bir destandır. Bu mukaddes destanı yazarak, bu vatanı bize emanet eden ecdadımıza layık olmak, üzerimizde bir emanettir. Bizden sonraki nesillere bu şuuru aktarmak da yine üzerimizde bir diğer emanettir.
Ramazan-ı Şerifin Çanakkale Zaferi’nin sene-i devriyesine tevafuk ettiği bu ayda, şehit ve gazi ecdadımızın yüce ahlakını ve faziletlerini hatırlayalım. Onlardan kanaati, şükrü, sabrı, metaneti, ihlası, takvayı, kardeşliği öğrenelim…
Çanakkale cephesinde bir askerin cepheden kızına gönderdiği şu mektup da buna vesile olabilecek bir misal:
“Benim güzel kızım,
Bugün Temmuz 14, Ramazan’ın ikinci günü. Şeyhülislam; “Oruç tutmayabilirsiniz.” diye fetva verdi. Ama benim içim rahat etmedi. Oruca niyetlendim. Sahur vakti çalıların arasında iki kök çiriş buldum. Onlarla sahur ettim. Gündüz yine siperler kazdık. Hiç susamadım. Taarruz artı hiç başımızı çıkaramadık. Akşam olunca bir asker ezan okudu. Siperin içinde matara elden ele dolaştı. Herkes orucunu su ile açtı. Ben zannettim ki sadece ben oruçluyum. Meğer bölüğün hepsi oruçluymuş. Matara en son bana geldi. Geldi ama ben kendimden utandım. Arkadaşlarımızın hepsi sahursuz oruç tutmuşlar. Ben ise iki çirişin hepsini kendim yediğim için arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissettim. O gün oruçlu olan Erzurumlu, Darendeli ve Yenicelinin hakkını nasıl öderim diye gözyaşı döktüm…”
TABİP VE YARALI OĞLU
Çanakkale muharebelerinin çetin geçtiği bir gün, yaralılar kıta sargı yerini doldurmuştu. Sedyelerle devamlı yaralı taşınıyor; tabipler hayatta kalma ihtimali yüksek olanları düşük olanlara tercih ediyor, zamanla yarışıyorlardı. Bitkin ve bitap düşen sıhhiyecilerin ve tabiplerin yorgunluğu, bir yarayı daha sarmanın ferahlığıyla bir nebze hafifliyordu. Tam bu esnada bir tabibin önüne yaralı bir er yatırıldı. Bir ayağı parçalanmış, bağırsakları dışarı çıkmış bu asker için yapılacak fazla bir şey yoktu. Hayatta kalma ümidi yok denecek kadar az olan bu yaralı için tabip üzüntüyle sıhhiyecilere seslendi:
“-Kaldırın!” Tam bu esnada sedyedeki askerin ağzından kısık bir ses, iç burkan bir kelime duyuldu;
“-Baba!” tabip toprak ve kana bulaşmış yüzüne dikkatle bakınca onun kendi oğlu olduğunu fark etti. Hemen ona sarıldı, öptü, kokladı, gözyaşı döktü… Tarifsiz hislerle kısa bir müddet bu hal üzere kaldılar. Ne var ki geride derman bekleyen yaralılar, hizmet bekleyen vatan evlatları vardı. Tabip oğluyla vedalaşıp ayrılmak zorundaydı. Sıhhiyecilere seslenerek;
“-O benim oğlum. Onu gölge bir yere kaldırın.” diyebildi. Gölge bir yere aldılar. Tabip başka bir yaralıyla ilgilenmeye başladı. Sonra bir başka yaralı, sonra bir başkası daha… Nihayet işi biraz hafifleyince evladını aradı, buldu. Son kez gördüğü şehit evladına son vazifesini ifa etti…
Canavarlar gibi vahşet saçarak azdı batı,
Barışın ruhuna bombayla çukur kazdı batı…
O zaman biz, ne kadar varsa geçilmez kalemiz,
Götürüp can ile diktik sıradağlar gibi tiz!
Görünenden öte on misli görünmez kaleyi,
Eyledik ruh çeliğinden, çekerek besmeleyi…
Vatanın kadrini candan da muazzez gördük,
Ölmeyen ruh ile serhadde duvarlar ördük!
SEYRİ(M. Ali Eşmeli)