Hatırlar mısın?
Yunus Türkoğlu
Hatırlar mısın? Bahar gelince bahçelere koşardık. Ilık ılık okşardı yüzümüzü esen yeller. Girince bahçelere mor zambaklar, sarıçiçekler, papatyalar ezilmesin diye dikkatlice yürürdük. Çimenleri dahi ezmemeye dikkat ederdik. Ağaçlar çiçek açar bakmaya doyamazdık. Ben, en çok erik ağacının çiçeğini severdim, sen şeftali, kaysı, elma, armut belki de hepsini…
Dışarıda yemyeşil bir bahar var, çiçek ve renklerin mevsimidir artık. Geride bıraktık soğuk geceleri, kış veda ediyor, havalar ısındı göçmen kuşlar geliyor. Rengârenk hülyalara yolculuk başlıyor şimdi. Sevda yurdudur burası, dağlara çıkalım haydi. Bir yandan martıların sesi çağırır beni, bir yandan kıyıya vuran dalgalar. Kardelenler boynunu uzattı, güller açmak üzere, gelinciklere selam edelim şimdi. Mesafeler kısalıyor, zamanın peşinden yürüyor yeşilden bir bahar…
Hatırlar mısın? Bir bahar günüydü, Atatürk Lisesi’nin arka sokağından yürüyorduk. İkindi sonrasıydı yani okuldan dönüş vakti. Sağ tarafta avlusunda koca iğde ağacı olan tek katlı toprak bir Van evi vardı. İğde ağacı salkım saçak çiçek açmıştı, görenleri kendine hayran bırakıyordu. Bu güzellik karşısında, gözlerimizi ondan ayıramıyorduk. Mis gibi kokusunu ciğerlerimize çekince havada tasanın, kederin zerresi kalmamıştı.
Aşağı Nurşin Mahallesi’nde oturuyorduk. Rahmetli bostancı Kasım amcayla komşuyduk. Gidip gelirken daha çok İskele Caddesi’ni kullanırdık. Ara sokaklara fazla girmezdik. Hafta sonları hanımla yürüyüş yaparken sözünü ettiğim iğde ağacını keşfetmiştik. Arada bir sokaktan geçiyor ağacı kontrol ediyorduk. Ve iğdelerin erme vaktini gözlüyorduk. Nihayet eylül ayı gelip iğdeler kızarmaya başlamış, gidip evin kapısını çalmıştım. Ev sahibi teyze kapıyı açmıştı, tatlı dil güler yüzlüydü, tanışmıştık. Kısa bir sohbetten sonra; “İğdelerden biraz toplayabilir miyiz?” deyince, çok memnun olmuştu. Bize yaşamaya dair güzellikler göstermişti. Kırk yıllık dostmuş gibi davranmıştı. İşte böyleydi; güngörmüş, görgülü insanlar kederi siler, zor yokuşların kolayca çıkılmasına yardımcı olurlardı…
Sessizce başlamıştı yine bir bahar yolculuğu, gökyüzünde süzülürken binlerce göçmen kuş, ovaları sarar yeşilden hülyalar. Âleme vurulur İlahi nakışlı bir mühür ve her tarafı kaplar tatlı bir huzur. Beyaz çiçek açan yaşlı akasyanın yaprağında sevgi, nergislerin kokusunda dupduru hisler yeşerir. Uyanan tabiatta başlar bir telaş, ortalık yeşerir ve güneş ışınları yıkanmaya iner Vangölü’nün üstüne. Vakit akıp gidiyor acele ederek, bahar yağmuru gibi kısadır bu ömür…
Hatırlar mısın? Sarı Selahattinlerin (Selo) evin köşede elektrik direğinin tepesinde yuva vardı. Her yıl buraya gelen leylek çiftine aitti. Her baharda yollarını gözlerdik, gelince mutlu olurduk. Çocukluğumuzda hacı leylek derdik! Havalar ısınmaya başlayınca erkek gelir yuvayı yaza hazırlardı. Yuva ile bahçeler arasında mekik dokurdu. Çalı-çırpı getirir tadilat işini yapar sonra dişiyi beklerdi. Günler sonra dişi leylek gelirdi. İlk bir hafta mutluluklarını gagalarını tak tak vurmalarından anlardık. Her namaza gidip gelişimde onları kontrol ederdim. Bir ay gibi vakit geçince dişi artık yuvadan ayrılmazdı. Yumurtlamış ve kuluçkaya yatmıştır. Ortalama otuz küsur gün sonra yavrular olur ve yuvadan etrafı izlemeye başlarlardı. Tekrardan tak tak diye gaga seslerinin duyulması mutluluk ifadesiydi…
Aile dört kişi olmuştu, bahar bitmiş yazda bitmek üzereydi artık. Yavrular büyümüş epeyce bir uçma antrenmanından sonra bağımsızlıklarına kavuşmuşlardı. Hep beraber gökyüzünde süzülmeye başlamışlardı. Havalar soğuyordu, göç için hazırlıklar başlamıştı. Ve bir sabah onların yuvalarında olmadığını fark edince hüzünlenirdik. Ve hacı leylek ailesi mutluluk içinde Afrika’ya doğru kanat çırparak uçup gitmişti…
Bahar geldi mi, bu şehrin sokakları gülerdi, iğde, akasya ve söğüt ağaçları içinde, sevda nedir, hasret nedir bilmeden. Büyülenmiş gibi geçerdik sokaklarından, bir yanda Şerefiye Mahallesi, bir yanda Akköprü, bir yanda Çavuşbaşı… Dün gibi geliyor o günleri şimdi anarken, kırk yıl geçmiş o anın üzerinden…
Selam ve dua ile…