Peygamberimiz ve Vıctor Hugo
Yunus Türkoğlu
Fransız edebiyatının dünyaca ünlü ismi Victor Hugo’nun, klasikler arasına girmiş “Sefiller” romanı gibi eserleriyle romantizm akımının önemli bir temsilcisidir. Eserlerinde özellikle; aşk, baba şefkati, ölüm, hayat, kader, hürriyet, fakirleri görüp gözetme, hüzün ve neşe ile beraber Allah’ın varlığı gibi konulara yer vermiştir…
1855 yılında siyasi sebeplerden dolayı sürgüne gönderilen Hugo, bu yıllarda “Yüzyılların Efsanesi” adlı eserini kaleme almıştır. Bu eserin bir bölümünde Peygamber Efendimiz’in vefatını anlatan bir şiir yazmıştır. Uzun yıllar saklandıktan sonra 1985 yılında yayınlanmasına müsaade edilmiştir. Bu şiirde önemli bir husus; gayri müslim birinin Peygamberimizin yüce şahsiyetini ve güzel ahlakını görüp tespit etmiş olmasıdır…
Hayran dolu birçok ifadenin akabinde, Peygamberimizin adil olması, kendisine danışmaya gelenlere kıymet vermesi, az yemesi, kendi söküğünü kendi dikecek kadar mütevazı olması, Allah’ı çokça zikretmesi ve herkesten çok oruç tutması anlatılmıştır.
Buna mukabil Katolik bir ülkede olmasına rağmen, şiirde Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığı da anlatılmıştır. Tolstoy hakkında söylendiği gibi, Hugo’nun da gizli bir Müslüman olduğu söylenebilir mi? Batının koyu taassubu bu ihtimali akla getirmiyor değil!..
Şiirin devamında her mısrada bir hadis-i şerif ve siyer-i Nebi hadisesine vurgu vardır! Bu durum Victor Hugo’nun Peygamberimizin hayatıyla ilgili hayli malumatlar edindiğini gösteriyor…
Şiiri Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Dil Eğitimi Merkezi Fransızca Bölümü Öğrt. Gör. Yakup YAŞA tercüme etmiştir… (YZK-Tarih ve Medeniyet-ÖS HDR)
HAZRET-İ MUHAMMED (sallallahu aleyhi ve sellem)
Vaktinin yaklaştığını hissediyor gibiydi,
Cidden, hiç kimseye sitem etmiyordu.
Yoldan geçenlere selam vererek yürürdü.
Her gün biraz daha yaşlanıyordu.
Oysa sadece yirmi ak vardı siyah sakalında…
Alnı dik, yanakları kusursuz, benzersizdi.
Kaşları ince, bakışları anlamlı ve keskindi.
Boynu, gümüş bir testinin boğazı gibiydi,
Tufanın sırlarını bilen Nuh’un havası vardı.
O’na danışmaya gelenlere, adil davranırdı.
Bir tarafı tasdik eder, diğerine tebessümle itiraz ederdi.
Sessizce dinler, en son konuşurdu kendisi.
Ağzından dua ve zikir hiç eksik olmazdı.
Çok az yer, karnının üzerine taş basardı.
Kendisi de koyunlarını sağmakla meşgul olurdu.
Oturur yere yırtığını kendi dikerdi.
Artık genç değildi, eski gücüde kalmamıştı,
Yine herkesten çok oruç tutardı.
Altmış üç yaşında, bir ateş sardı vücudunu,
Mukaddes kitap Kuran-ı bir kez daha okudu.
Sonra, sancağı Zeyd’in oğluna teslim etti.
Onlara; “-Artık aranızdan ayrılma vakti geldi,
Allah birdir, hep O’nun yolunda cihat et” dedi.
Yine her günkü vaktinde mescide geldi,
Ali’ye tutunarak, halk onu takip ediyordu.
Ve sancak rüzgârda dalgalanıyordu.
Benzi soluktu, döndü ve kalabalığa seslendi:
“-Ey insanlar! Ömür bitiyor, hayat gelip geçici.
Biz karanlıkta birer zerreyiz, yüce olan O’dur.
Ey insanlar, O’ndan başka rehberim yoktur.
O’nsuz bir değerim olmazdı.”
Bir zat O’na şöyle seslendi:
”-Ey hakiki müminlerin önderi!
Seni dinler dinlemez, herkes inandı sözüne,
Sen doğduğunda, bir yıldız doğdu gökyüzüne,
Kisra sarayının üç sütunu devrildi.”
O’da;”-Melekler ölümümü müzakere etti.
Vakit tamam, dinleyin! Eğer herhangi birinize,
Bir kötülük yaptıysam, çıksın herkesin önünde.
Ben ölmeden, gelsin hakkını alsın şimdi:
Kime vurmuşsam, o da bana vursun!” dedi.
Ve uzattı usulca asasını oradan geçenlere…
Yaşlı bir kadın, bir koyunu kırpıyordu eşikte,
Ona;”-Allah yardımcın olsun!” diye seslendi.
Bakışlarında bir hüzün vardı, oldukça bitkindi.
Dalgındı; birden şöyle dedi.” Herkes duysun!
Allah benim adımı andı! Bundan emin olun…
Topraktan insan, nurdan peygamberim.
İsa’nın getirdiği dini tamamlamaya geldim.
Ashabım, ben sabır taşıyım; İsa ise nazikti.
O bir şafaktı, doğacak güneşin müjdecisi,
Benden öncedir evet, ne tanrıdır ne de oğlu!
O, gülü koklayan bakire Meryem’den doğdu.
Unutmayın, ben de etten kemikten bir faniyim,
Kuruyan bir balçıktan başka bir şey değilim.
Şu dünyada başıma gelmeyen kalmadı;
Çektiğim çilelere, yol olsa dayanmazdı.
Baskı ve işkenceden, şu bedenim çok çekti.
Fakat insanlar beni özellikle öldürmek istedi,
Bana karşı sürekli kin ve kıskançlık besledi.
Ben ise asla, hak davamdan vazgeçmedim!
Onlarla savaştım, ama kimseden incinmedim.
Savaş boyunca;”Bırakın yapsınlar!” diyordum.
Kanlar içinde tek yaralı ben olayım istiyordum.
Varsın hepsi vursun bana, zaten durmazlardı ki…
Düşmanlarım vazgeçmezlerdi asla,
Yine de saldırırlardı bana, bu çileli yolculukta.
Fakat ne olursa olsun, geri adım atmadım.
Zira bu ulvi dava uğruna, tam kırk yıl savaştım.
İnanmayan, ancak inkâr da etmeyenlerin yeri,
Cennet ile cehennemi ayıran duvarın üzeri.(A’raf)
Kararmıştır kalpleri, günah işlemek tek işleri.
Hiç kimse tamamen günahsız değildir belki,
Ama çabalayın ki, Allah cezalandırmasın sizi.
Namaz kılın, bütün azalarınız değsin yere,
Zira o dayanılmaz cehennem ateşi, sadece,
Onun için yere kapanmayan bedenleri yakar.
O; kapkaranlık dünyayı, masmavi gökle açar.
Misafiri sevin, dürüst olun, adaletle hükmedin.
Yüce katında, türlü türlü nimetler var sizin için.
Yedi göğü geçmek için altın eyerli atlar,
Ve yıldırımları geride bırakan hızlı arabalar.
Huriler, tertemiz, hep terütaze ve neşeli,
İncilerden yapılmış köşklerde otururlar.
Cehennem; ateş ehlini bekler, vay haline!
Ateşten ayakkabıları olacak ve giydiklerinde,
Sıcaklıkları kazan gibi beyinlerini kaynatacak.
Cennet ehli ise, pek neşeli ve izzetli olacak.
Biraz durdu, hep ümitli olmalarını öğütledi.
Sonra o ağır adımlarla yürümeye devam etti.
Ardından; “-Ey insanlar! Size sesleniyorum;
Vakit saat doldu, ebedi bir âleme gidiyorum.
Belki bu sizinle son görüşmemiz acele edin;
Beni tanıyan herkes, gelip son kez dinlesin,
Bir hatam olduysa, yüzüme söylesin!” dedi.
Kalabalık sessizce sağa sola açılıp yol verdi,
Gitti ve Ebulfeyya kuyusunda sakalını yıkadı.
Biri ondan üç dinar istedi, çıkardı verdi;
“-Şimdi vermek bırakmaktan daha iyi.” dedi
Herkesin, bir güvercin gibi ıslanmıştı gözleri,
Bakıp kendilerine hep şefkat gösteren o yüce insana.
Ağlıyordu halk: evine kadar eşlik ettiler ona.
Birçoğu gözünü bile kırpmadan orada bekledi,
Bütün geceyi dışarıda taşların üzerinde geçirdi.
Ve ertesi sabah, günün ağardığını fark edince;
“-Ben artık kalkamıyorum.” Dedi, Ebubekir’e.
“-Kitabı alıp yanına, sen kıldıracaksın namazı.”
Eşi Aişe’de o sırada cemaatin ardıcaydı,
Ebubekir okuyor Muhammed (sav) ise dinliyordu.
Nihayet, okuduğu ayetleri usulca bitiriyordu.
O, dua ve zikrini yaparken herkes ağlıyordu.
Ve, ölüm meleği çıkageldi akşama doğru;
“-İçeri girebilir miyim?” diye müsaade istedi;
“-Gelsin!” dedi, dünyaya açtığı o ilk günkü gibi,
Yine ışıl ışıl parlıyor ve gülümsüyordu gözleri.
Ve, melek O’na; “Allah seni bekliyor.” Dedi.
“-Memnuniyetle…” dedi. Şakakları şöyle bir titredi…
Bir an aralandı dudakları ve teslim’i can eyledi.