Yunus Türkoğlu

Van'da bayram

Yunus Türkoğlu

Antalya’da görev yapan ağabeyim, hanımı ve çocuklarıyla bayram tatilini geçirmek üzere karayoluyla Tatvan’a oradan da deniz yoluyla 2 Nisan gemisiyle Van’a gelmek üzere yola çıkmışlardı. Akşamüzeri onları karşılamak üzere ailece tahta iskeledeyiz. Geminin gelmesini bekliyoruz, karanlık çöktü. Ay gökyüzündeki parlaklığını gölün lacivert yüzüne aksettirirken,  Sanki Vangölü’nün dalgaları şarkılar mırıldanarak iskelenin yosun tutmuş ayaklarına vuruyordu. Zaman durmuş, martılar sus pus olmuştu… Tatvan tarafından esen soda kokulu rüzgâr bile bu anın güzelliğinin bozmayayım der gibiydi. Yol kenarındaki akasya ağacının dallarına tüneyen kuşlar geminin gelişini bekliyorlar gibi ufku gözlüyorlardı. Her zamankinden daha soğuk akan çeşme suyu ise şırıltılı melodisiyle geceye ahenk katarken, yakamozlar gecenin nabzını tutuyor gibiydiler…

Ve 2 Nisan gemisi karanlıkları yırtarak ve içimizi ürperten o düdüğünü çalararak bize doğru geliyordu. Bir anda iskelenin etrafı ana-baba gününe dönmüştü. İyice yaklaştıktan sonra suları dalgalandırarak birkaç manevra yaparak tahta iskeleye yanaştı, halatlar bağlanıp ve demir atılmaya başlanınca artık yoktu kıymeti ne şarkının, ne sazın, ne de sözün…

Güzeldir bizim bayramlarımız. Anne-baba, kardeşler ile tüm sevdiklerimiz yanımızda olurdu. Birkaç gün önceden bayramlıklar, arife günü akşamı fırından baklava alınırdı. Bayramın birinci günü bayram namazı sonrasında mezarlık ziyaret edilir eve dönüp baba eli öpüp harçlığı aldıktan sonra anneye sevgiyle sarılmak muhteşemdi… Komşularla bayramlaşmak,  akraba ve dostları ziyaret etmek güzeldi. Eskiden mahalle vardı, bayram vardı. Mühre duvarların altında kazdığımız milavlar ve bu milavlara attığımız fındıklarımız vardı… Nerde Ahmet dayı, nerde Deli Kadir, nerde Firuze abla hani nerde Nesibe Eze? Bayramlar bu büyüklerle bir başkaydı!

Bayram sabahı namazı sonrasında Akköprü Mezarlığındayız. Bulutsuz bir haziran sabahı var. Parıldayan lacivert bir gökyüzü ve güneşin ufukta bıraktığı uzunca bir kızıllık... Hafif esen yelle beraber hava ılıman bir hal almıştı. Akköprü Deresi’nin çağlaması uzaktan duyuluyor, kara servilerin dallarındaki iğne yapraklar bir o yana, bir bu yana iplik iplik yüzüyordu… Umut dağıtan, gönüllere huzur veren yaz havası karakışa, “git öte yana” ben geldim diyordu…” Etraf güzelliklere bürünmüştü. Bu bayram sabahında her yer elvan elvan toprak kokuyor, çam kokuyor, çiçek kokuyordu…

 Mezarlık kapısında; genç kızlar-erkekler, nur yüzlü nineler, aksakallı dedeler, al yanaklı çocuklar ellerinde Mushaf ve Yasin cüzleriyle içeri girip sağa sola dağılıp gözden kayboluyorlardı. Burada sessizlik ve huzur vardı. Aynı zamanda hüzün, hasret ve gözyaşı da vardı… Murad; ölen yakınlarının üzerine birer “Yasin” okuyup, dua edip varsa fakirleri sevindirmekti.

Bayramın ikinci günü öğlen vakti, Hızıroğlu Mustafa Alp’in Suvaroğlu Mahallesi’ndeki göz alabildiğine uzanan ve envai türlü meyve ağaçlarının olduğu bahçe içindeki iki katlı “Tarihi Van Evi”nin üst katındaki tahta zeminli salonundayız. Yemek vaktidir. Birazdan sofralar kurulacak, dünden beridir hazırlanan yemekler servis edilip, eş-dost, hısım-akraba sofrada buluşacak…

   O, Hızıroğlu ki: “Bir Bey’in oğlu, Zor Bey’in oğlu.”

                                 “Mavi gözleri şahan”

                                 Âlim, gönlü-gözü tok bir hanedan…

Hızıroğlu Mustafa Alp’in evinde bayram süresince misafir sayısına göre sofralar açılırdı. Bazen iki, bazen üç, bazen dört olurdu. Gayet temiz ve genellikle kareli motifleri olan saf ketenden üretilmiş sofralar serilir, üzerine yer tahtaları bırakılırdı. Evin büyüğü başta olmak üzere bağdaş kurarak oturulurdu. Pek nefis olan tandır ekmeği, tabtaba, ayrıca çarşı fırınında tereyağıyla özel yaptırılan nar gibi kızarmış çörekler koyulur, kristal sürahide zernebat veya kehriz suyu ve yanına kristal bardaklar konurdu.

Ayrıca hali vakti yerinde olanların sofralarında Çin porseleni ve gümüş tabak ile çatal-kaşık takımları kullanılırdı. Bu ailede Van’ın hali vakti yerinde olan ailelerinden biridir.

Salona boylu boyuna serilen sofranın başucunda merhum Hızıroğlu Mustafa Bey ile merhume eşi Zilhicce Hanım otururdu. Evlatları, torunları, yakın akrabaları vs. sırayla sofranın etrafına çökerlerdi…

Hızıroğlu seslenir;”-Kızım Hatice, Cemile, hadi yemekleri getirin bakayım!”

 “Başım üstüne Efe, hemen getiriyoruz!”

Sofraya ilkönce bakır kayık tabaklarda etli sarma, kerpiç gibi camuş yoğurdu ve kendi bahçelerinde yetiştirdikleri sebzelerden yapılan karışık turşular koyulmuştur. Üst katta olan mutfaktan kuşaneler getirilir yere dizilir. Daha yemekler konmadan mis gibi kokuları salonu doldurmuştur.

İlk önce ayranaşı içilir, kuru fasulye, et kavurma ve tereyağlı nefis pirinç pilavı ile devam edilirdi… Üstüne isteyene bol cevizli, bol fındıklı aşure, isteyene tadına doyulmaz ev yapımı baklava ikram edilirdi…  Ve bu güzellik semaver çayı ile sürer giderdi…

Hayırlı bayramlar…

Yazarın Diğer Yazıları