Bölgesel ve Küresel Aktörler Dahilinde İsrail-Filistin Çatışması (2)
Yusuf Kazak
Bünyesinde hem ciddi bir Yahudi lobisini barındıran hem de önemli miktarda bir Müslüman nüfusu ihtiva eden Fransa ise, çatışmanın başında İsrail’e karşı göstermiş olduğu çok yakın tavrı revize etmiş görünüyor. Ülkedeki Müslüman kitlenin Filistin lehindeki mega hareketlerine sahne olan Fransa, uzun yıllardır maruz kaldığı ve çeşitli sebeplerle devam eden iç karışıklık furyasını dikkatle göz önünde bulundurmaktadır. Bu doğrultuda, İsrail-Filistin çatışması özelinde başlayan istikrarsızlık ve karışıklık tablosunun kendi ülkesine majör boyutta yayılımından çekinen Paris yönetimi, halihazırda bölgesel ateşin söndürülmesi yönünde tarafları diyaloğa davet eden bir söylemi öncelemektedir. Akdeniz bağlamında askeri ve enerji yönlü ajandalara sahip olan Fransa, günün sonunda kendi çıkarlarını ve politikalarını daha rahat realize edebileceği bir atmosferi arzulamaktadır.
Bu süreçte Almanya ise, İsrail’e yakın duran ve normatif bir politik düzlem belirlemiş olan bir diğer aktördür. Tarihi açıdan İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler’in uygulamış olduğu Yahudi Soykırımı temelinde Almanya, tüm siyasetine nüfuz etmiş olan tarihi mahcubiyet bağlamında İsrail’e karşı epey yakın, şefkatli ve destekçi bir konumda durmaktadır. Berlin yönetimi, küresel diplomatik alanda Tel Aviv yönetimi lehindeki duruşunu muhafaza etmekle birlikte, bölgede Hamas benzeri yapıları aforoz ve telin edici söylemini sürdürmektedir.
Bu proses içerisinde mühim bölgesel aktörlerden biri de İran’dır. Uzun yıllardır Batı dünyası ve özellikle ABD ile kötü ilişkilere sahip olan İran, bölgede yaşananlar dahilinde kendisini ‘’İslam Dünyası’nın Hamisi’’ ve ‘’Filistin Davası’nın Merkez Aktörü’’ olarak etiketlendirmesine mukabil olarak İsrail’e ve bölgeye müdahale eden Batılı güçlere karşı sert söylemler sergilemeye devam etmektedir. Bölgede kendisine yakın duran Lübnan’daki Hizbullah hareketi ve Yemen’deki Husiler bağlamında İran, tüm küresel ve bölgesel aktörlere, kontra etkili enstrümanlara sahip olduğunu ilan etmektedir.
Batılı merkezlerce, çatışmanın bölgeye ve küreye yayılması noktasında benzin dökücü bir konumda değerlendirilmeye devam eden İran, bugüne değin yüksek şiddetli ve kayda değer bir sıcak atak başlatmaması açısından bazı İslami yapıları taaccübe sevk ederken; bazı aktörler temelinde ise ‘Rasyonel Akıl’ ekseninde değerlendirilmeye devam etmektedir. Bilhassa Çin ve Rusya ile çok yakın ilişkilere sahip olan İran, stratejik konumu nedeniyle vazgeçilemez bir noktada olduğunun farkındalığıyla argümanlar üretmektedir. Tahran yönetimi, kendisine karşı yapılacak bir saldırının, belirttiğimiz müttefikleri dahilinde savuşturulacağını ve bunun kitle imha silahlarının da kullanılacağı bir ‘Dehşet Savaşı’na yol açacağını düşünmektedir. Son olarak, Hürmüz Boğazı ve sahip olduğu enerji kartları dahilinde İran, elindeki taktik kartları sahada ve masada tutmaktadır.
Devam eden çatışma iklimi uyarınca Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez bölgesinin tavrı da önem arz etmektedir. İsrail ile tarihi olarak savaşlar tecrübesine sahip olan Suriye, Mısır ve Ürdün bölgeye yapılan küresel askeri yığınak kapsamında İsrail’e karşı temkinli bir pozisyonda duruyor denilebilir. Yakın tarih bağlamında Mısır ve Ürdün özelinde başlayıp Körfez bölgesi ve Suudi Arabistan temelinde devam eden İsrail ile normalleşme adımları, saydığımız aktörlerin politik, askeri ve ekonomik duruşları açısından yine mühim olan diğer bir unsurdur. Kazan-kazan formülü dahilinde bolca finansal edinim ile taçlanması beklenen normalleşme süreci, yaşanan çatışmalar ekseninde Arap halk unsurlarının, bünyesinde bulundukları yönetimlere yaptığı tazyik ve İsrail yönetiminin Gazze’de uyguladığı dehşetli kıyımın etkileri bakımından ağır bir darbe almış görünmektedir. Fakat günümüzde en belirleyici küresel mottoların başında gelen ‘’Kâr ve çıkar maksimizasyonu’’ realitesi, süreci tersine çevirebilme ihtimali açısından dikkate değerdir.
Öte taraftan; Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan yönetimlerinin, İsrail’in Gazze bölgesini ve diğer Filistinlilerin yaşadığı mıntıkaları boşaltıp bu kitleleri tarihte yaşanmış örnekleriyle saydığımız ülkelere transfer etmek yönlü planına karşı duruşları yine dikkate değer bir diğer husustur. Soydaşların ölümü, İslamın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın durumu ve Arap devletlerinin görece pasif tutumları, bu devletler üzerindeki kamuoyu baskısını her geçen gün arttırmaktadır. Son olarak, özellikle Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez bölgesi tarafından bu süreçte dikkatle izlenen Batılı tavırlar ve politikalar, bölgesel bir muhasebeyi ve muhakemeyi arttıracağa benzemektedir. Bunun, Çin ve Rusya gibi ülkelere yarar bir politik boşluk oluşturması kuvvetli bir ihtimal olarak önümüzde durmaktadır.
Son olarak Türkiye ise, Osmanlı İmparatorluğu bakımından bölge ile bulunan tarihi, dinsel ve kültürel bağları ekseninde sürece dahil olan bir diğer aktördür. Mescid-i Aksa’nın durumu, Arz-ı Mevud tartışmaları, Türkiye’nin tarihi bakımından kendisine atfettiği koruyuculuk rolü, insani yardım faaliyetleri, İslam İşbirliği Teşkilatı, bolca diplomatik temaslar ve kollektif adımları sağlama bağlamında Ankara yönetimi, bölgede faalitesini sürdürmektedir. Bölgenin demografik yapısının değiştirilmesine dönük adımlara şiddetle karşı çıkan ve iki devletli çözümü savunan Türkiye, bunun yanı sıra bölgede konuşlanmış güçler dahilinde bölgenin askeri, siyasal, ekonomik ve enerji bazlı yeni değişimlere evrilme ihtimalini dikkatle izlemekte ve kendi çıkarlarını korumak yönlü keskin adımlara devam edeceğini deklare etmektedir.
Netice itibariyle, bu kadar aktörün ve faktörün olduğu İsrail – Filistin çatışması, birçok esaslı stratejinin yürürlüğe konulduğu ve büyük bölgesel ve küresel değişimlere kapı aralandığı bir devreye girdiğimizi göstermektedir. Askeri, ekonomik, teolojik, politik ve jeostratejik faktörlerin ve amaçların bu derece çokluğu, hızlı ilerleyen küresel gelişmeleri ‘baş döndürücü’ bir forma sokması açısından sarsıcıdır.