Zeynep Ceren Burak

Sait Faik'in Kahveleri

Zeynep Ceren Burak

İstanbul’da ilk kahvehaneler 1555 yılında açılır. Osmanlı topraklarına 1543 yılında Kanuni zamanında gelen kahve kısa sürede o kadar ünlenir ki Evliya Çelebi, seyahatnamesinde, 1630 yılında şehirde elli beş kahve olduğunu tespit eder. Bu sayı III.Murat devrinde altı yüzü geçer. Sayıları günden güne artsa da defalarca verilen fetvalar ile yasaklanır, defalarca affedilir. 

Kahvehaneler, sadece Osmanlı zamanında değil hemen her dönemde sakıncalı bulunmuş, iktidarlarca tehdit olarak algılanmıştır.  Sadece işi gücü olmayan tembel takımının uğrak yeri değildir kahveler. Nice edebiyatçımıza ev sahipliği yapmış, nice sohbetlere, filizlenen fikirlere tanıklık etmiştir.

Edebiyatçılarımız, aydınlarımız çok uzun saatler geçirirlermiş kahvelerde.  Edebiyat adeta kahvelerde yaşarmış.

Küllük kahvesi mesela 1930’lardan itibaren öyle isimleri buluşturmuştur ki, yıldızlar geçidi diyebiliriz. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Rıfat Ilgaz, Orhan Veli, Abidin Dino, Fikret Adil, Arif Dino, Hasan İzzettin Dinamo, Oktay Rıfat, Celâl Sılay, Tarık Buğra ve tabii Sait Faik….

Hikayeci olmasaydınız ne olmayı düşünürdünüz sorusuna Sait Faik’in cevabı tereddütsüz “Kahveci, kahveci olmayı çok isterdim. Hem gene de istiyorum. Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun, oraya kim bilir ne çeşitli insanlar gelip gidecek, ben onları tanıyacak seveceğim,” şeklinde olur.

Ona göre kahvehaneler hayat okullarıdır. Bir balıkçı oltasının düğümlerini atmayı insana hiçbir okulun öğretemeyeceğini, bu düğümü atmanın önemsiz bir şey olduğunu düşünenlere acıdığını söyler. “Kahvehaneler ve kıraathaneler doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz ve yüzde yüz bağımsız üniversitelerdir. Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım”” der.

Sait’in Kahveleri

“Kalabalık bir caddenin oldukça sevimsiz bir kahvesine akşamdan çıkıyor, camın önündeki masaların hemen arkasındaki yere oturup kalıyorum. Saatlerce gelip geçenleri seyrediyorum. Sıkılıyor muyum? Aksine, müthiş eğleniyorum”

Sait’in kahvelerinde her türden insana ve olaya rastlayabiliriz. Bir yerlerden tanıdık, unutulmuş ve beklemediğimiz anda karşımıza çıkmış ahbaplar gibidir her biri.

Bu yazıyı yazabilmek için dönüp hikayelerine tekrar göz atarken çok güzel bir sürprizle karşılaştım. Bilmem Neden Böyle Yapıyorum? adlı hikayesinde bakın ne diyor:

Ben tam kahveden çıkarken bir ihtiyar içeri girer.

Gözleri, kırçıl sakalının içinden simsiyah, canlı bakarlar. Kirpikleri, kudretten sürmelidir. Ben ona, Türkiye haritası içinde, doğum yeri olarak Van şehrini seçtim. Oralı mıdır, değil midir, beni zerre kadar ilgilendirmez. İstanbullu değil de Balıkesirli ise: "Yanlış beybaba, unutmuşsun. Sen Balıkesirli olamazsın. Sen Vanlısın. Bırak şu yalanı Van fena mı? Beğenmiyor musun? Benim hayalimdeki Van Gölü’nü bir bilsen . . . Karlı dağlarla çevrilmiştir. Sularına geceler indiği zaman ıssız kıyılarda kanatlı atlarıyla vahşi süvariler belirir. Sularında çamaşırlar yıkayan duru beyaz, ak akça, kara gözlü kızları vardır.  İçilemeyen sular gibidir her şeyi. Tadına ancak seyirle varılır. Yalan söylüyorsun ihtiyar, sen Vanlısın. Tespihinden belli. Kehribar tespihinin şıkırtısından anlıyorum Neden 'Balıkesirliyim' diyorsun? Vanlısın ya hu! Vanlısın sen!"

Bursa’da bir süre yaşamış olan yazarın Bursa’yı eşsiz kelimelerle anlattığını biliyordum da, Van’ı hiç ondan dinlememiştim. Adı belirsiz bir kahvedeki kimsenin dikkat etmediği bir ihtiyar üzerinden Van’ı bu kadar güzel anlatmak da sadece Sait Faik’e yakışırdı.

Yazarın Diğer Yazıları