Yoksulduk eskiden…

Şahbettin Uluat yazdı...

Yoksulduk. O günlerde koli koli yumurta alamıyorduk, ama evimizin yanında bir yerde çoğumuzun bir tavuk pini (kümesi) içinde iki ya da daha fazla tavuğumuz ve hatta kimi zaman bir de horozumuz olabiliyordu.

Sabahları o tavuk pinlerinde bazen henüz sıcak bulduğumuz iki yumurta yüzümüzü aydınlatmak için yeterli bir nedendi.

O yumurtalar geciktiğinde annemiz tarafından acaba bizim tavuk komşunun bahçesinde çalıların altına mı, başka güvenli gördüğü bir yere mi yumurtladı diyerek görevlendirilir, gider bakardık.

Hayvanın yumurtasının geciktiği kimi günlerde annemiz tavuğu kucağına alır, kontrol için komşu Naciye Teyze’ye götürürdü. O görmüş, geçirmiş kadın tavuğu kucağına alır orta parmağıyla alttan kontrol eder, yumurtanın olup olmadığına dair raporunu verirdi. Dostumuz Namık Bey’in daha dikkatli gözlediğine ve bizlere aktardığına göre o durumlarda operasyon esnasında tavuk da bir kere gıklayarak maruz kaldığı işlemi teyit ederdi.

Kimi zaman da bahçe sahibi gelir “ Fatma Hanım sizin tavuk bizim bahçede falan yere yumurtlamış, buyurun yumurtalarınızı alın, bundan sonra da tavuğunuza sahip olun başka yerlere de gidebilir” diye uyarırlardı. O uyarının karşılığı da çoğu zaman “ah anam heç sorma, bu tavuğun elinden daha yandık!” gibi yanıtlar alırlardı.

Öğlenden sonra bahçelerin birinde semaver yakılmış kadınlar orada toplanmışsa günün konularından biri de bu olurdu.

Bizim sokak hemen vali konağının karşısında başlar batıya doğru uzar giderdi ve adı da zaten Uzun Sokak’tı.

Hacı Bekir Caddesi’ne taraf olan yerde, Postanede çalışan Nesim Dayı’ların evi vardı. O evin çocuklarından ve yaşça benden küçük olan biri, İbrahim bir taşla benim kafamı kırmıştı ve yıllarca her karşılaştığımızda ağabeyi Kadir gülümseyerek “Bizim İbo senin başını kırdı” diyerek hatırlatmıştı.

Sokağın okuldan taraf yanındaki su kanalı şehrin aşağılarına doğru akardı. O kanalda, dar alanda ördeklerin yüzdüğünü hayal meyal hatırlıyorum.

*

Yoksulduk, aynı tencerenin içindeki yemeğe hep birlikte kaşık sallardık. Sıcak yemek olmadığı zamanlar da hiç sorun olmazdı, özellikle yaz günleri içine sarımsak, soğan, maydanoz eklenmiş soğuk yoğurt cacığına evdeki kuru ekmekleri doğrar büyük bir iştahla tıka basa yer kalkardık. O öğünlerde ben sofrada yan oturur bir elimi yere dayar öbür elimle de kaşıklardım. Neden öyle söylerdi bilmiyorum ama rahmetli anneannem “o elini yerden kaldır, şeytan atını senin koluna bağlayacak” diye beni uyarırdı. Çocuk aklımla bazen koluma bağlı bir at düşünür bu uyarıya yanıt vermeye çalışırdım. 

Sonradan taşındığımız o günkü Belediye Garajı civarındaki evimizde zaman zaman köpeğimiz, hindilerimiz, kazlarımız da oldu. Evimizin bahçesine meyve ve kavak ağaçları diktik, ön tarafına mevsimi geldiğinde sebze, mısır, ayçiçeği ektik.

Annem okula göndermeden önce ikiz kızlarını sırasıyla karşısına oturtur elindeki tarağı yan tarafta bulunan su dolu tasa batırarak saçlarını tarar ve duruma göre örer, sonra da siyah önlüklerini giydirip, beyaz yakalıklarını bağlayıp okula yollardı.

Kızların saçları taranırken incindiklerini, ağladıklarını görünce ben çocuk aklımla bu dünyada kızlar için gerçek eziyetin saç taranması olduğunu, aynı eziyetin erkeklerdeki karşılığının da sünnet acısı olacağını düşünürdüm. Erkekler o eziyeti bir defada atlatırken kızlar her gün saç taramak zorundaydılar.

Yoksulduk dediysem günümüz ölçülerine göre yoksulduk. Yoksa o gün için düşünüldüğünde hali vakti yerinde bile sayılabilirdik. Babam karayolu işçisiydi, on nüfusa yeten bir aylık gelirimiz vardı. Tutumlu dindar babamız, işini bilen annemiz sayesinde o halimizle 1100 metrekare arsa alıp kerpiçten iki bütün bir yarım kalınlığında duvarları olan ve teknik olarak tam daire olarak ifade edilen toprak damlı bir ev bile yaptırabilmiştik.

Ne var ki, o zamanın bizim çevremizde geçerli anlayışına göre bir şey bugünden farklıydı.

Tuvaletimiz evin dışında bahçede ayrı bir yapıydı. 

 

Bakmadan Geçme