Yönetimde Tekçilik ve Meşruluk Meselesi
Diktatörlüğe karşı demokrasi Dünya üzerinde genel olarak üç yönetim biçiminden bahsedilebilir. Bunlar teokrasi, diktatörlük ve demokrasidir.
Teokrasi, Allaha atfedilen rejimin yarattğı korkuya;diktatörlük, bir kişi rejiminin yarattığı korkuya;demokrasi ise halkın rızasına dayanır. İlk ikisi bu makale babında konumuz dışında. Asıl üzerinde durulması gereken demokrasi ve onun bozulmuş halleri ile demokrasi kisvesi altında yürütülen rejimlerdir.
Eğer gerçek manada murad demokrasi ise o taktirde mutlaka “rıza” aranmalı. Birileri toplumun rızası hilafına kendi taleplerini, yasaların arkasına sığınarak zorla dayatmaya çalışırsa o rejimin adı demokrasi olsa bile kendisi demokratik olmaz. Yönetenler halkı kandırmak ve daha kolay yönetip yönlendirmek için demokrasi lafını kullanırlar. Yığınların bir kısmı da buna inanır.
Yasallık her zaman meşruluk demek değildir
Demokrasi kisvesi altında sürdürülse bir rejim,“rıza”yı yitirdiği için zora ve baskıya dayanarak ancak devam edebilir. Zor ile meşruiyet ters orantılıdır. Bir rejim meşru ise zoradayanmaz, zor ve baskıyla yönetiyorsa meşru olmaz, yasal olsa bile.
Bu noktada öne çıkan soru şu: Her yasa meşru mu? Bu konuda evrensel norm şudur: Yasal olan,hukuki olmayabilir. Hukuki olmayan adil olamaz, adil olmayan ise meşru olamaz. Şimdi bunun ışığında yaşananlara bakalım.
Toplumun bir bölümü ben senin bana dayattığın yönetim biçimine rıza göstermiyorum derse, o taktirde yönetimin bunu dinlemesi ve demokratik olarak rıza üretmesi lazım.
Güç ve iktidar ilişkisi
Güç iktidar gerektirir. İktidarın kurumlaşmış formu ise devlettir. Devlet küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki yönetimidir. Bunu da zor tekelini kullanarak sağlar. Yani güç ilişkisine dayalı bir tahakküm söz konsudur, ama düzensizlik yerine düzen isteyenler buna razı olurlar sonuçta.
Yönetim ise bunu sınırları belli bir toprak parçası içinde egemenlik hakkını kullanarak sağlar. Bu sınırlar içinde gelecek için kaderbirliği etmiş topluluğa ulus denir. Ulus, bu bakımdan aynı zamanda ortak zihniyet dünyasını paylaşan insan topluluğudur. Ulus devlet, kendini varetmek ve sürdürmek için kimi zaman iktidar yoluyla etnik, siyasal, sosyal kültürel farklılıkları zora, soykırıma, asimilasyona dayalı olarak teke indirgemeye, hatta kimi zaman yok etmeye, ettirmeye çalışır. Bu çaba milliyetçilik ekseni etrafında yürütülür.
Ulus devlet
Ulus devlet, (ya da devlet ulusun) ortak zihniyeti milliyetçilik etrafında oluşurken, demokratik bir cumhuriyete ve ulusa ise özgürlük ve dayanışma ortak zihniyete damgasını vurur. Nasıl ki zihniyetler bedensiz olmazsa uluslar da bedensiz olmaz. Milliyetçi zihniyetli ulusların bedeni devlettir, böylece ulus devlet (ya da devlet ulus) meydana gelir. Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni ise halka dayalı kendini yönetmedir. Bu model katı, merkeziyetçi, bürokratik yönetim biçimine ademi merkeziyetçi bir alternatifle cevap olmaktır.
Çünkü ulus devletler, tek dile, tek kültüre, tek dine, tek tarih yorumuna bağlıyken; alternatifi çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşların bir arada dayanışma için de yaşam ortaklığını esas alır. Türkiye gibi çok dilli, çok etnisiteli, çok kültürlü toplumları özgürlükçü bir yaklaşımın dışında tekçi bir anlayışla bir potada toplamak onu orada zorla tutup eritmeye çalışmak tarihsel bellekten de anlaşılacağı üzere sorunlu olmanın ötesinde sürekli sorun üretmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu kötü deneyimlerle doludur. Şimdi anakronik bir biçimde bunu dayatmak ya da sürdürmek parçalamktan başka işe yaramaz. Bugün kasabaların tankla topla kuşatılması bunun bir ifadesi değil mi?
Yeni bir anlayış gerekli
Gelinen noktada artık Türkiye’nin bakış açısını değiştirmesi zorunludur. Aksi taktirde 1930’lu yılların elbisesini, bugün nüfusu, ihtiyaçları çoğalarak çeşitlenmiş, bu topluma zorla giydirmeye çalışmak onu paramparça etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Dolayısyla yerel yönetimlere yetki ve sorumlulukların kaynaklarla birlikte devri sadece Kürtlerin ihtiyaç duyduğu bir yönetim modeli değil, çağdaş bir yönetim anlayışı gereğince bütün Türkiye için gerekli bir modeldir. Buna “uniter yapı zedelenir” söylemi ile karşı çıkanlar merkezi yapıda ele geçirdikleri yetkileri paylaşmak istemeyenlerdir.
Tek(çi)lik hastalığı
Tarih boyunca tekçi anlayışları ve onların yarattığı cerahatları görmek mümkündür. Toplumda bütün farklılıkları teke indirgemek isteyen bu anlayış yönetimde de tek başına kalma isteği içindedir. Çoğu zaman da bu anlayışı demokrasi kisvesi altında saklanarak sürdürmeye çalışırlar.
Oysa demokrasi çoğunluğadeğil, çoğulculuğa dayanır ve erkler ayrımını eksiksiz uygular. Tekçi yönetimler, tek adam olma heveslileri bir süre sonra giderek çoğunlukçuluğu yok eder, farklı sesleri bastırır, diktatöryal bir yapıya doğru yol alır. Diktatörler, emirleri altındaki silahlı insanlara güvenerek büyük kitleleri “yola getirecekleri”ni sanma hatasına düşerler. Oysa tarih, bunun mümkün olmadığını gösteren örneklerle dolu. Buna karşı çıkmak hem hak hem de görevdir.
Herkes Sorumlu
Çünkü kötülük baş gösterirken ona karşı koymayan herkes suçun bir parçası haline gelir. “Yavaşça” mevzi kazanan diktatörlere en başta “Hayır” demek gerekir. Başkaldıran insan bunun için soyludur. Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı bir yapı oluşturmak çok önemli. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varır. Bu cinayetler bazen açıkça diktatörlük biçiminde işleniyor, bazen de “demokrasi” kandırmacası arkasına saklanarak.
Tek kişinin iradesi, kurullar, meclisler, komisyonlar vs. arkasına saklanarak sanki dev bir mekanizma çalışıyormuş görüntüsü veriliyor. Oysa onların hepsi dekor. Kararlar tek bir kişiden çıkıyorsa, o tek kişi zamanla güç yozlaşmasına uğrayarak Tanrı’nın kendisini dünyayı yönetmek için gönderdiğine inanmaya başlar. Doğaya ve topluma egemen olmaya çalışır. Hatta bunu en doğal hakkı olarak görür, karşı çıkanlara sinirlenir ve sindirmeye çalışır. Toplumun sesini yükseltmesini “Ayakların baş olması” biçiminde yorumlar. Böyle bir gidişattan memnun olmama hakkına sahip yurttaşların ona dur demek en büyük görevleri haline gelir/gelmelidir.